Bombaların patladığı, kurşunların havada cirit attığı Ortadoğu’dan ülkemize kadar gelen kötü kokulu havanın yarattığı esintinin hepimizi sarıp gerdiği şu günlerde, şişme botlarla diğer bir okyanusa, solumuzda kalp atar gibi akan kan rengi Kızıldeniz’e devasa gemilere saldıran korsanların aşkını, pardon, hırsını göremeyiz, bunca yaşanan yoğun gündem arasında.
Evet, ilk olarak bıçaklandığım sol yanımı ve tüm vücudumu taşıyan sol ayağımın altında kalıp, kalbim gibi kırıldığı sırada tanıştığım ve ayağımı ezen traktörün arka lastiğini şişirip, bugünkü modern şişme botları kıskandıran hale getirip, “vurmayın” denilen ama hep vurulan güvercinlerin adını alan Güvercin isimli çayırımızın ortasında geçen derede şişme bot haline getirip, o daracık derede yüzmeye yıllar sonra, hem de küçük okyanus denecek Marmara ile Karadeniz’in sardığı İstanbul’da siyah şişme bot ile tanışacağımı beklemezdim.
Hem de “Hemşo sermayesini yediler” diyerek eleştirilen ağ saçlıya deniz getir dediğim Şişli’ye kadar. Ve teknolojinin şişme botluktan çıkarıp, şişme yatak yada döşek yaptığı o siyah döşeği düşünürken, nerede olduğunu, üzerine kimin çıktığını da merak etmedim değil.
Tam bunu düşünürken, yeni bir aşk bulup ona kilitlenen ve eskisi gibi hareketli olmayan, ve bir zamanlar benim de dalgalandığım Göle’de köye kapanıp durulan Şanlıbey’in bir yazımdan esinlenerek ele aldığı yazı önüme düşüyordu.
Ve yazmaya, anlatmaya çalıştığım yaşanmış yeni bir hikayeye hazırlanırken “AŞK SOLUYOR OROSPU!” başlığı ile evrilmiş o yazıyı bir kez daha okurken, anlatmak istediğim ve adına “Şişme döşek nasıl patladı?” başlıklı yazımı erteleyip, okyanusları aşan gemileri basan o şişme botların hikayesinde derinden okuyup, sonra patlayan “Şişme döşeği” anlatan yaşanmışlığı bir sonraki yazılarımdan birinde ele alacağım diyordum.
Ve Şanlıbey’in, benim Kırmızı Orospu isimli kitabımın yazarı Umay Umay’ın ele aldığı kitaptan esinlenerek, “Orospu Kırmızı” başlıklı yazımı edip, çevirip, “AŞK SOLUYOR OROSPU!” başlığıyla yayınlamıştı. Ve şöyle devam ediyordu:
“Ben çocuk ve aşıktım anne! Yanlış bu sözcükler. Yanlış bu dokunuşlar. Yanlış bir anlaşılma isteği. Bütün gün boğazıma çıkıp inen sözcükler… Her şey mide bulandırıcı. Bir sokaktan kendiminkine nasıl geçmeliyim? Sınırlarım böyle yitirilmişken, nasıl geçmeliyim? Hangi yanlışın gururuna girmeliyim? Sözcükler… Bunu mutlaka okumalısın!
Aşk soluyor ve bu kaşıntı hissi topuklarıma yayılıyor. Eteklerime bahçemdeki kurumuş gül yapraklarını dolduran bu açlığı anlatamamak endişesiyle daktiloya daha hızlı vuruyorum. Bu kimin intikamı? Hadi uyuyalım… Ben çocuk ve aşıktım anne. Kendimi karanlığa düştüm… Umay Umay; Kırmızı… Sana sadece kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum kırmızı… Hatırlamak dışında bir mucizem yok… Kırmızı… Bir türlü tamamlanmayan hikayesiyle orospu kırmızı…”
Bu sözcükler, aslında yas ve bir çocuk kitabı yapımıyla ele alınan kitabın içeriğini anlatıyordu. “Orospu Kırmızı” olan ama benim sizin bu yazıyı okumanız için ters çevirdiğim başlığa bakınca, orospu kelimesini bile içine sindirenlerin ve bunu çeşitli adlar altında gizleyenlerin alenen, açıkça anlatılması gerekmez mi? diye düşünmüyor değilim, bildiğim orospuluğun sözlük anlamını araştırmaya gerek duymadan.
Fakir Yılmaz hatırlat bana bu duyguyu, o kitabı ve “Orospu” adlı başka bir kitabı… Yeniden okusam mı Göle’de? Yoksa yazsam mı? diyordu.
Ben de Şanlıbey’in “AŞK SOLUYOR OROSPU!” başlıklı yazısını yeniden okuduktan sonra, kısaca dedim ki; O şimdi patlatan yeni bir döşek bulmuştur, boş durmaz. Kızıldeniz gibi adı üzerinde Kırmızı!..