Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

casino siteleri deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2025 deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2025 deneme bonusu veren siteler editorbet giriş

HAFIZA GÜNLERİ

Künyende ki miras..

1.Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmış ve bu antlaşma, ülkenin işgaline zemin hazırlamıştır. Antlaşmanın ağır hükümleri ve ardından başlayan işgaller (İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali, Adana’nın Fransızlar, Maraş ve Urfa’nın İngilizler/Fransızlar, Antalya’nın İtalyanlar tarafından işgali üç cephe işgal altında.) Türk halkında büyük bir tepki ve direniş ruhu uyandırmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’ndaki kongreler, Milli Mücadele’nin örgütlenmesi başlıyor. Bu kongreler, bağımsızlık ateşiyle yanan Anadolu halkının iradesini bir araya getirdiği, direnişin yol haritasını çizdiği ve yeni Türk devletinin temellerini attığı önemli dönüm noktası olduğunun biliciyle hareket ediyordu.

İşgaller ve İstanbul Hükümeti’nin aciz durumu karşısında, Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya gidiyor. Bu süreçte kongreler, dağınık haldeki direniş cemiyetlerini birleştirmek, ulus bilinci uyandırmak, halkın temsilcilerini bir araya getirerek ortak bir irade oluşturmak ve gelecekteki bağımsızlık mücadelesinin ilkelerini belirlemek amacıyla topluyor.

Kongreler dönemi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenme ve siyasi hazırlık aşamasını tamamlamış, vatanın kurtarılması ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda atılan en kritik adımlardan biri olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasını sağlayan tarihi süreç  11 Kasım 1922’de başlayan ve 24 Temmuz 1923’e kadar devam eden bu görüşmeler, uzun ve zorluklarla geçiyor.

Cumhuriyet’in adımları yükselmişti.

1.Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış, yıllarca cephelerde savaşmış, yoksul ve yorgun,  bir halkın üzerine bir de işgalin gölgesi düşmüş. Köyler bombalanıyor, şehirler işgal ediliyor, tarlalar ekilemiyor, insanlar açlıkla pençeleşiyordu. Sağlık koşulları korkunçtu, salgın hastalıklar kol geziyordu. Ancak tüm bu yokluklara rağmen, Anadolu insanı kaderine razı olmamış, bağımsızlık meşalesini yüreğinde büyütmüştü.

Cephane ve erzak taşıyan kağnı kervanlarının başında çoğu zaman kadınlar vardı. Karda kışta, yağmurda çamurda, sırtlarında çocuklarıyla kilometrelerce yol kat ederek cepheye malzeme taşıdılar. Kadınıların niceleri, bu kutsal görev uğruna şehit düştü.

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması, sadece Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri dehası ve liderliği ile değil, aynı zamanda Anadolu halkının top yekûn katılımı, sarsılmaz güveni  ve tarifsiz fedakarlıkları sayesinde mümkün olmuştur. Bu savaş, Türk milletinin vatanını canından aziz bildiği, kendi kaderini kendi elleriyle çizdiği ve çağdaş bir ulus devletin temellerini attığı eşsiz bir destanın sınırı belirleniyordu.

Bir neslin yok oluşunu ağıtlarla, onların gözlerinden akan yaşları, anne, babalarının yüreklerine düşen koru, geride kalan sevdiklerinin çaresizliğini dile getirir. Her dizesi, bir ağıt, bir vedadır aslında. Gidenlerin geri dönmeyeceğinin, o gencecik fidanların henüz baharlarını bile göremeden solacağının fısıltısıdır. On altı yaşını göremeyenlerin hakkı yüreklerdedir. Sadece can kayıplarını değil, aynı zamanda o dönemin büyük yoksulluğunu ve çaresizliğini de yansıtır.

Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler ve 15 liler … Herkesin bir görevi vardı bu mücadelede.

Türkiye için Lozan Antlaşması, sadece bir barış anlaşması değil, aynı zamanda bağımsızlığımızın ve modern devletimizin tapu senedidir. Bu antlaşma, 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalandığında, Türk Milleti’nin Kurtuluş Savaşı’nda kazandığı askeri zaferi uluslararası arenada tescilleyen siyasi bir deha örneğiydi.

Neden bu kadar önemliydi! Diyenlerde var tabii.

Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, Sevr Antlaşması gibi dayatmalarla boğmaya çalışan düşman güçlerine karşı kazandığı diplomatik bir zaferdi.

Bu zafer sayesinde!

Kapitülasyonlar tarihe karıştı, yüzyıllardır süregelen ekonomik ve hukuki ayrıcalıklar kaldırılarak Türkiye’nin tam bağımsızlığı sağlandı. Bu, ülkenin kendi ekonomik geleceğini belirlemesi açısından hayati bir adımdı.Sınırlarımız çizildi, büyük ölçüde bugünkü sınırlarımız Lozan’da belirlendi. Bu, yeni devletin toprak bütünlüğünün ve siyasi istikrarının güvencesi oldu.Uluslararası tanınırlık kazandık,Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası hukukta eşit bir aktör olarak kabul edildi. Bu, ülkenin dünya sahnesindeki yerini almasını sağladı. Azınlık hakları güvence altına alındı, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların hakları uluslararası güvenceye alındı ve Batı Trakya’daki Türklerin durumu da antlaşmada özel olarak yer aldı.

Gölgesinde Türkiye ulus , millet olmuştur.

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin ve Atatürk devrimlerinin dayanağı olmuştur. Dış müdahalelerden arınmış, kendi kaderini tayin edebilen bir devlet olmanın yolu bu antlaşmayla açılmıştır. Bugün bile Lozan, Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına yönelik her türlü tartışmanın temelini oluşturur.

Elbette, her tarihi olay gibi Lozan Antlaşması da zaman zaman farklı yorumlara ve eleştirilere maruz kalmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, o dönemin koşulları içinde, yorgun ve savaşlardan çıkmış bir millet için elde edilebilecek en iyi anlaşmalardan biriydi. Halada öye. Türkiye’nin geleceği için sağlam bir zemin hazırlayan, dışarıdan dayatılan esaret zincirlerini kıran bir başarı hikayesidir.

Sonuç olarak, Lozan Antlaşması Türkiye için geçmişte kalmış bir belge olmaktan çok, bugünkü varlığımızın ve yarınlara güvenle bakabilmemizin güvencesidir. Onun anlamını ve önemini doğru bir şekilde kavramak, Türkiye’nin iç ve dış politikadaki duruşunu anlamak için de zorunludur.

Osmanlı İmparatorluğu (yaklaşık 1299-1922), mutlak monarşi ile yönetilen, çok uluslu, çok dinli ve teokratik bir yapıya sahipken Türkiye Cumhuriyeti (1923-günümüz), Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde, milli egemenlik ve bağımsızlık ilkesiyle kurulmuş, modern ve laik bir ulus devlettir.

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, aynı coğrafyada varlık göstermiş olsalar da, yönetim biçimleri, felsefeleri ve temel ilkeleri açısından köklü farklılıklara sahiptir. Biri, yüzyıllarca süren bir imparatorluk geleneğinin son temsilcisiyken, diğeri modern bir ulus devletin başlangıcıydı.

Bu köklü dönüşüm, Türk toplumunun çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma hedefinin bir parçası olarak gerçekleşmiştir.

Geçmişten günümüze ulaşmış, insanlığın ortak hafızasını, kültürünü, gelişimini ve kimliğini yansıtan her türlü maddi ve manevi varlıktır. Bu miras, sadece binalar ve eserlerle sınırlı değildir; aynı zamanda gelenekleri, dilleri, inançları ve yaşam biçimlerini de kapsar. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı en büyük miras, tek bir unsurla sınırlanamayacak kadar kapsayıcı ve çok boyutludur. Ancak en büyüğü  künyende ki mirası  Türkiye Cumhuriyeti ve tam Bağımsızlığıdır.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER