Bu haftaki köşe yazımda, aslında kaleme almayı pek planlamadığım bir konuyu, içimden geldiği gibi sizlerle paylaşmak istedim: Belediyecilik… Daha doğrusu, belediye başkanlarının halkla ilişkileri üzerine bazı gözlemlerimi…
Geçtiğimiz aylarda, taşındığım yeni ilçede sokakta yürürken elinde ekmek poşetiyle dolaşan bir adam dikkatimi çekti. Yol kenarındaki çöpleri itinayla topluyor, çöp kutusuna atıyordu. Samimi bir şekilde yanıma geldi, “Nasılsınız?” diye sordu. Yüzümün yabancı geldiğini söyledi.
“Evet, yabancıyım,” dedim. “Yeni taşındım, küçük bir ev aldım, buraya yerleşmeyi düşünüyorum.”
“Hoş geldiniz,” dedi. “Ben Emin Ersoy.”
O an şaşırdım. Çünkü Türkiye’de alıştığımız tablo şudur: Bir belediye başkanını sokakta tek başına yürürken görmek neredeyse imkânsızdır. Hele ki elinde ekmek poşetiyle, çöp toplayanını hiç görmemiştim. Genelde yanlarında birkaç koruma, makam arabaları ve protokol heyecanı olur. Emin Bey ise son derece doğal ve mütevazıydı.
Beni kahve içmeye davet etti. Oturduk, bir kahve içtik. Türkiye’de belediye başkanlarının çoğunda gördüğüm abartılı protokolleri anlattım. “Siz çok farklısınız,” dedim. O da gülerek, “İnsanları yukarıdan bakarak yönetemezsiniz,” dedi.
Uzun süredir gözlemlediğim Emin Ersoy’un, üç dönemdir Havran Belediye Başkanı olduğunu öğrendim. İlçede hemen herkes onu tanıyor, seviyor. Belediye binasına yürüyerek gidiyor, esnafla selamlaşıyor, sokaktaki insanlara günaydın demeden geçmiyor. Bu kadar içten, halkla iç içe bir belediye başkanını görmek beni gerçekten mutlu etti. Çünkü insan, böyle samimiyetlere her yerde rastlayamıyor.
Bu güzel tabloyu, İstanbul Beykoz’daki belediyecilik tecrübemle ister istemez kıyaslıyorum. Beykoz’da 22 yıl belediye başkanlığı yapmış bir ismin ardından, belediye CHP’ye geçti. Önceki başkan, halktan adeta duvarlarla ayrılmıştı. Ona ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Herkes, CHP’den seçilen yeni başkan Alaattin Köseler ile halkın belediyeyle kucaklaşacağını düşündü. Çünkü 22 yıldır “kale gibi” olan belediye binasına halkımız giremiyordu. Artık halkın, kolunu sallayarak belediye binasına gideceğine inanmıştık.
Ne yazık ki Alaattin Bey’in başına talihsiz bir olay geldi; gözaltına alındı ve şu anda cezaevinde. Ardından göreve Özlem Hanım geldi. Kendisi Beykozlu değil, ilçeye dışarıdan atanan bir isim.
Özlem Hanım’ı sokakta görebilmek neredeyse mümkün değil. Belediyede kendisiyle görüşmek isteyenlerin, önce üç ayrı kalem müdürüyle konuşması, ardından da Özlem Hanım’ın uygun görmesi gerekiyor. Beykozlu aydınlar olarak kendisine bazı taleplerimizi ilettik, ancak geri dönüş bile olmadı.
Bir anımı daha paylaşmak istiyorum. Özlem Hanım’ın bir doğum günü partisine katılacağını duyduğumda heyecanlandım. “Demek ki halkın arasına karışacak,” diye düşündüm. Ama tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Hafta sonu olmasına rağmen üç koruma aracıyla mekâna geldi. Araçlardan biri öyle hızla durdu ki, kapısı açılır açılmaz bir koruma fırladı ve Özlem Hanım’ın kapısını açtı. O kadar büyük bir “şov”du ki, ne yalan söyleyeyim, şaşırıp kaldım.
Özlem Hanım, doğum günü partisinde yalnızca yarım saat oturdu. Halkla kaynaşmak yerine birkaç partiliyle parti içindeki çekişmeleri konuşup hızla ayrıldı.
Benim naçizane gözlemlerim bunlar… Belediyecilikte, halkın içinde, mütevazı bir belediye başkanı ile, koruma orduları ve kapalı kapılar arkasında yaşayan bir başkan arasındaki farkı görmek, insanı ister istemez düşündürüyor. Emin Ersoy gibi başkanların çoğalması dileğiyle…