Hayvan haklarından bahsedip, önce ötanazi, sonra uyutma olmadı arabanın ya da traktörün arkasına bağlayıp, köyden getirip şehre bırakırız o çok sevdiğimiz hayvanları. Tabi bu hayvanların arasında “At binenin, kılıç kuşananın” diyerek nam saldığımız atları da unutmamak gerek.
Ve bahardan başlayıp sıcaktan eriten yazın çayır çimende yara bere içinde bırakacak halde çalıştırır, sonra da “çok yiyor” diyerek -30’ların ötesinde yaşanan kış günleri yaklaşırken- meralara bırakırız. Ve başı boş gezerken de gece görmeyen gözlerle ya kara yollarına çıkar, ya da araba çarpar; hem insan ölür, hem de hayvan telef olur. Ya da aç kurtlara, ayılara kışlık yemlerini olarak yabani hayvanlara hediye değil, kedi köpek maması diye veririz “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek…
Evet, “Kanadı kırık bir kuş gibi yüreğim!.. Ne uçmaya, ne kaçmaya!.. Ne göçmeye kalmamış mecalim!..” diye başlayan şiirler, şarkılar ve türkülere konu olan turnalarla iç içe geçmiş hayvan sevgimizi en iyi şekilde ortaya koymaya çalışan ajans muhabirleri de, yerel ağızla “cenderme” ya da yasal adıyla jandarma dediğim güvenlik güçlerinin görevleri arasında olan Çevre, Doğa ve Hayvanları Koruma Timi (HAYDİ) ekibini takip eder, onların güzel çalışmalarını haberleştirip, ne kadar hayvan sever olduğumuzu ortaya koymaya çalışırlar.
Yani memlekette çalınan ve cebe girmeyecek büyüklükte olan hayvanların akıbetinin ne olduğunu sormadan, “Jandarma arazide bulduğu yaralı şahin, kanadı kırık turna, gagası şeyden çıkmayan kargayı, hatta su içmediğinden az daha ölecekti” başlıklarıyla “Çölde susuz kalmış bedevi, pardon serçe, tedavi edilecek” haberlerini bolca yaparlar.
Yapmak zorundalar.. Çünkü bu ekonomik krizde ne su var, ne sabun..
Her sabahın ilk ışıklarıyla o güzel ama uyutmayan sesleriyle, sadece beni değil, oturduğum apartman sakinlerini uyandıran iki kuşun bakıcısı, bir de kızım Nazo ile birlikte uyuyan Tatiana adlı kedisiyle yaşayan bir hayvan sever, 36 yıllık her gün yazan bir gazeteci olarak sormak isterim..
Eyy gazeteler, haber siteleri.. Hayvan sevgisini Jandarmanın hazırladığı fotoğraflar ve kısa bültenler üzerinden habere çevirip servis eden ünlü, ünsüz ajans muhabirlerinin bu tür haberleri, haber bulmaktan, yapmaktan, yaratmaktan bitap düşmüş olan ve bu nedenle 85 milyonluk ülkede günlük satılan gazete sayısının topu topu 800 binin altında kaldığı bir ortamda, ulusal ve yerel gazetelerde neden yer alır?
Yoksa ‘gazeteciyim’ diyen gazetecileri güldürmeyen kızdıran ve son dakika başlığıyla bile haber diye okura sunulan bu tür haberler, haberde ‘gazeteciyim diye geçinen biz saflar mı haber nediri anlamayız..
Çünkü tam sayfa bulmaca, at yarışı, ‘gerekirse simit yeriz’ diyen Hülya ablasını kıskandıran ama THY Bodrum-İstanbul seferini yaparken uçakta kedisi için kendisini uyaran kabin memuru tartışıp, karakola giden, her dönem vekil adayı olan ama aday gösterilmeyen İbrahim Tatlıses’le arası olmayan kızı Dilan Çıtak gibilerinin haberleri sayfa doldurmaya, pandemi de bulundu denen ama nerde olduğunu hala göremediğimiz aşı misali ilaç oluyor.
Bu arada, bu haberleri yapanların bu çok, çok (!) önemli haberlerini yayanların başında gelenler ise ulusal basından çok yerel haber siteleri olması daha dikkat, mi çok çeker.
Çünkü, işinin Kars Sarıkamış, İzmir ve Kocaeli’nin Körfez’i, Diyarbakır Ergani, Tekirdağ Kapaklı, Antakya Payas, Samsun Canik ya da benim Ardahanlı hemşerim Mevlüt Oruçoğlu’nun belde belediye başkanı olduğu Çanakkale Geyikli’de hiçbir sorun, haber yokmuşçasına kendi yerel haberinden çok Mersin’de olan, Kayseri’de bulunan ya da Çorum’da leblebi yiyen kanadı kırık turna haberi, ne alakaysa Hakkari’nin yerel sitesinde, Adapazarı’nın, şeftalisine doyamadığım Bursa’nın yerel gazetesinde geniş yer bulur.
Ve döneriz, sorarız kendi kendimize: “Ya bu bize satılık basın diyen ama her gün bir gazete bayisine gidip günlük bir gazete almayan vatandaş, gazete niye almaz, okumaz acaba? Siteleri niye tıklamaz ya da başlıklarına bakıp geçer?” diye dertleniriz. Ama hiç sormayız ve oralı olmayıp, iğneyi değil, kalın hatta kullanılmaya kullanılmaya paslanmış olan çuvaldızı kendimize yani gazeteci diye geçinen biz çok bilmişlere hiç batırmayız.
Çünkü onca sorunu, sıkıntıyı, derdi, kerameti ve yaşananlara muhabirlikten çok, bir gazeteci olarak habere değer fotoğrafı, görüntüyü güncel konulara, sorunlara bağlayarak haberleştirmeyiz; kendi evlerimizin, okullarımızın, sağlık ocaklarımızın, cami derneğimizin, mahalle futbol takımımızın bulunduğu arka mahalle dediğimiz alanları görmeyiz, yazmayız..
Ve yine çünkü gözlerim de pembe gözlükler vardı görmedim, kulaklarım duyduklarım dolaysıyla kızarır, patlar, diye duymadım, okumadığımdan, izleyip, takip etmediğimden dolayı vallahi bilmiyorum, bana dokunmayan yılan bin yaşasın bana ne’ der 3 değil, 4 maymunu oynar, asıl işimiz olan muhabirliği,, gazeteciliğin olmazsa olmazı olan birinci şartı, haberciliği, haberleri yapmayız, yapamayız..
Ya da kendi kendimize koyduğumuz oto sansürü de “Ya kardeşim, baksana iktidar, muhalefet baskı yapıyor, sansür koyuyor” diyerek perdeleriz.
Neyse, kanadı kırık turnanın uzun boynu ile yarışan bir yazımıza daha nokta koyalım. Ve memlekette, bölgede, ülkede, dünyada onca sorun, sıkıntı, haberlik şeyler varken, biz de boş verip, gazeteciler gibi değil, ajans muhabirleri gibi “Jandarmanın arazide bulduğu kanadı kırık turna, yaralı şahin tedavi edilecek ve yeniden ormanlarını yaktığımız, doğradığımız, derelerini HES’lerLe gemlediğimiz doğaya geri bırakılacak.. Şahin olmazsa da Turnam er, geç haber getirecek..” diyelim.