Başta, etrafı polisle sarılıp, yeniden kayyum atanan Hakkari’de yaşananlar olmak üzere onca gerginliğe neden olan insanı yoran olayları yazıp, yorumlamak istesem de memleketim Ardahan’da ki hewal adı altında demlenen helvacıların 6 kişilik sözde eylemi ile ilgili videoyu görünce ‘değmez, yorma kendini bu tat vermeyen helwacılar için..’ diyerek gündemle ilgili yazmaktan vaz geçip, aslında uluslararası bir çapkın olan ve yazdıkları ile, şiirleri ile Erdoğan dahil herkesin içinde olanları dışarı vurduran Nazım’ı ve onun gibi olanları anmak en güzeli dedim.
Evet, dün kayyum atanan Hakkâri’de yaşananları aday çıkarmayıp, ulusalcılara, hemen yanı başında düzenledikleri Newroz’a, basın açıklamasına gelmeyen türkücülere kuyruk ve bankamatikçi olanlara bırakırken büyük şair Nazım Hikmet’in aramızdan ayrılışının yıl dönümü anısına bir yazı almak en güzel diyerek yazmaya başlıyorum.
Çünkü onca saklanan, gizlenen gerçek yaşanmışlar gibi aslında Atatürk’e ve o dönemdeki bugün ki gibi halka ait olmayan düzene baş kaldırdığı için hayatının büyük bölümünü hapiste, kaçtığı gurbette ele aldığı şiirleriyle unutulamayan Nazım’ında, ‘Paris’in ortasında bir ateş yakın, Kürtler orada bile hemen etrafında toplanır’ diyen Ahmet Kaya’nın da bu tür ajan hewaller, helvaclar yüzünden memleketinde değil, başka topraklarda uyuduğunda hatırlıyor, biraz daha gerilip, kime küfür edeceğimi şaşırıyorum..
Ve kendimi frenlemek için bilgisayarımda gerginliğimi alır diye düşündüğüm Demirtaş’ında bir şairden, ozandan aşağı kalmayan duygusal aşk müziklerini arıyor, en son yaşanan timsah gözlülerin, sahtekar solcu, devrimci, duyarlı denenlerin ‘Biz sanalda, sek rakıda devrimcilik yaparken, siz gidin son 1 Mayıs’ta ki gibi alanlara inin cop yiyin, gözaltına alının, Demirtaş ve onun gibi niceleri misali hapis olun’ dedirten gündemden ayrılmaya çalışıyorum.
Ve ilk dinlediğim, ‘Kör olasın sebep, oy sevdalım, belalım oy oy oy yoldaşım yıkılsın sebep olan’ diyen Emre Saltuk’un, ‘sevdalım, belalım, yoldaşım’ diye devam eden türküsü eşliğin de ele aldığım bugünkü yazımın nereye varacağını ben bile kestiremesem de art arda devam eden şarkı, türkü ve şiirler eşliğinde yazmaya başladım bile..
Ve en sert, en ciddi, en dertsiz olarak görüp, algıladığımız insanların da duygusal yönde zayıf yanları olduğunu düşünmeden hayat denen girdabın akışına kendimizi kaptırdığımız şu dünyada o kadar yazılan kitap, gazete, köşe, söylenen türkü, şarkı ve şiirlerin neyi anlattıklarını da pek anlamak istemez ve sadece ‘kulak pasını giderdi’ der geçeriz.
Ama ekmek, su kadar ihtiyaç duyduğumuz bunların yani kitapların, gazetelerin, türkülerin, şarkıların, şiirlerin de biz insanlar için olduğunu ve onların yaşamın birer parçası olduğunu anlamak için tek dişi kalmış canavara inat tek teli de kalsa tınlayan sazın tellerine dokunmak yeter, artar bile..
Bu yetmezse yüreğimizi, kalbimizi, beynimizi yoran duyguları hafiften çalan bir müzik parçası ile dinlemek yeter artar bile..
Öyle ki her çalan sazın, çalgının kulağınızdan girip, yüreğinizde, kalbinizde ki volkan olmuş dağa değercesine duyguları patlatır, yakar, içinizde ki sarsıntı son olarak İstanbul Küçükçekmece’de ki binanın durup, durduk yerde yıkılmasından öte 9 şiddetinde bir deprem misali sarsıntıyla içinizdekileri, sizinle baş başa bulunan o gizli ve size özel duygularla birlikte sizi kusturur misali rahatlattığını anlarsınız..
Ve kendinizi bir şiirin, ya da bir türkü, şarkının içinde bulur yaşadıklarınızı anlattığını anlar, duygulanırsınız..
Önce dalar, kendinizi anlatan o şiirleri, türkü ve şarkıları kırık sazın eşliğinde dinlediğinizi anlasanız da içinizde volkan olup, homurdanan duyguları göz yaşları eşliğinde patlatmamak için mücadele verdiğinizi hissedip, çevrenizde, ‘kimse var mı yok mu?’ diye bakarken o yaşları içinize yüreğinize akıtırsınız..
Ve rahatladığınızı hissedip, anlasanız da aslında bir süreliğine de olsa yaşadığınız duygulara eşlik eden şiir, şarkı ve türküler eşliğinde geçen zamanla ve yaşadıklarınızla birlikte bir hayli yorulduğunuzu anlar, sessizce kenara çekilerek yeniden bir kaplumbağa ya da salyangoz gibi kabuğunuza sığınırsınız..
Ama, Allahüekber dağlarında doğup, Göle, Ardahan, Hanak, Çıldır’ı geçip, uluslararası bir akışla Gürcistan üzerinden geçerek aslında göl olan ama içimizde ki duygular gibi o kadar sıkıntının doldurduğu Kura Nehri’nin de ulaştığı Hazar Denizi gibi olur, içinizdeki bir metre değil, 10 metreleri bulan deniz dalgaları misali tsunami olup, seni boğar, bir kenara atar..
Ve içinde yaşam bulan o kadar balık ve canlının yaşam merkezi halini alan Hazar (Gölü) Denizi gibi ulaşmak istediğinize doğru asice dalgalanıp, kafanızı taşa vurur gibi sizde sahile vurup, vurup geri çekilirsiniz..
Bir çoğu şiirlerden doğup, türkü, şarkı olan onca müziğin aslında sizi anlattığını düşündüğünüzde bu şiir, şarkı, türküler sazlar ve diğer çalgılarla kulağınızın pasını, yüreğinizin ateşini söndürmeye bire bire olduğunu da anlarsınız..
Bu duygular sizin gibi birer insan olan ve yaşadıklarını şiirlere, türkü ve şarkılara döken her şairin, sanatçının kendine has bir tarzı, kalemi, konusu ve duygusu vardır.
Örneğin; Özdemir Asaf’ın kalemi çok naiftir, Turgut Uyar’ın dizeleri hüzün kokar, Nazım Hikmet aşk, memleket, dostluk gibi her konuda yazmıştır. Nazım Hikmet’in elbette her şiiri birbirinden güzel. İçinden seçim yapıp, kıyaslamak da haliyle çok zor. Ama, hayatı boyunca aradığı kadını gördüğünü sanınca ele aldığı ‘Hoş Geldin Kadınım’ şiirinin yeri bambaşkadır.
Bir erkek kadınına ya da kadın erkeğe aşkını daha nasıl anlatabilir ki? Aşkı en derin duygularla, yalın ifadelerle ve teslimiyet ruhuyla anlatan harikulade bir şiir. Üstadın bu şiiri bestelenerek, birçok şarkıcı ve sanatçı tarafından da okunmuştur.
Peki ya bunca şiiri, sözü şarkılara, türkülere dökenlere ne demek gerekir?..
Hiç bir şey demeden hala sesiyle bir çoğundan daha star olan İbrahim Tatlıses’in ‘Yazı yazdım kararsız, derde düştüm çaresiz, ben düştüm bir ataşa, siz düşmeyin yanarsınız..’ diye başlayan ve devam eden türkü, şarkı ve şiirlerin ‘hepsi benim için’ diyerek sona eren hayat ve müzik eşliğinde sizde susun en iyisi..